Bumerang - Yazarkafe

30 Aralık 2009 Çarşamba

Bu yazı alıntıdır.AHMET ERKUT'dan bir yazı..

Ahmet Erkut 29 Aralık, 19:40 Yanıtla
1978 yılları... Bilecik ilinin şirin bir kazası olan Pazaryeri’nde ikamet etmekteyiz. Evimizde kiracı olarak oturan bir de müftü ağabeyimiz var. Gürbüz Ağabey. Güler yüzlü ama vakur, yüzüne bakınca insanın içini rahatlatan biri.
Ne zaman aklıma bir fıkhi mesele takılsa sorardım.

Ama her defasında da aynı cevabı alırdım:
-Sen istersen akşama bize gel, o meseleyi daha rahat konuşuruz.
O yıllarda namaza yeni başlamıştım. Bilmediğim çok konu vardı. Müftü de hazır yakınımdayken kafama ne takılırsa soruyordum.
Mesela kaza namazı borcu bulunanların, namaz vakitlerinde sünnet kılarken, geçmişte kılamadığı kaza namazının farzına diye niyet ederek kıldığı zaman, hem kaza borcunu ödemiş olacağını hem de yine sünnet sevabı alacağını ondan öğrenmiştim.
Gürbüz Ağabey gençliğinde Necip Fazıl Kısakürek’le tanışmış biriydi. Gülümseyerek anlatırdı.

Adının Gürbüz olduğunu söyleyince Üstad demiş ki:
-O isim değil ki sıfat.
İlçemizde bir de Çarşı Camii şerifinde imamlık yapan Zülfü Hoca’mız vardı. Tecvidiyle birlikte Kur’an-ı kerimi okumayı da ondan öğrenmiştim. Müftü Gürbüz Ağabey ile bu Zülfü Hoca, birbirlerine kardeşten öte bir sevgiyle bağlıydı. Onları ilk gören bu bağlılığı hemen anlardı.
Bir gün cami imamı Zülfü Hoca,


Tâm İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının yazarı Muhammed Sıddık Gümüş’ten bahsetmiş Gürbüz Ağabeye. O’nun İstanbul’da ikamet etmekte olduğunu söylemiş. Gürbüz Ağabey de bu merakla aybaşında İstanbul’a gitmiş. Tabii maksadı bu mübarek zatı da ziyaret etmek... Fakat imkân bulamıyor ve göremeden geri dönüyor. Bu duruma gerçekten çok üzülüyor.
Ne yapsın, bir daha görebilmesi için tekrar bir aybaşını daha beklemesi lazım. Sabır sabır, yürekte hasret ikinci aybaşı geliyor. İkinci aybaşı geldiğinde içinde bir heyecan tekrar düşüyor yola.

Ver elini İstanbul... Bu kez acaba onu görecek mi? Ya yine görmek imkânı bulamazsa... Bir kerecik görse ne olur... Ne çare, hangi arkadaşa rica etti ise kimse alıp da o mübarek zata götüremiyor.
Gürbüz Ağabey, kalbi kırık, gönlü yaralı, boynu bükük, üzüntülü bir şekilde yine geri dönüyor. O akşam o kadar hüzünleniyor ki tarifi yok. Yatsı namazından sonra açıyor ellerini, gözyaşları içersinde yalvarıyor:
“Ya Rabbi!.. İçimdeki hasreti biliyorsun. Kimseye halimi anlatamıyorum. Onu görmek, tanışmak istiyorum ama göremiyorum...

Resulullah Efendimizin hürmetine, o iki cihan sultanının hürmetine...
Bana o mübarek zatı görmeyi ihsan eyle Allah’ım!”
Gözyaşları sicim gibi... Hıçkıra hıçkıra dua ediyor... Daha o gece... Rüyasında Âlemlerin Efendisi, Sevgili Peygamberimizi görüyor. Evin içine, omuzlarında güneş gibi parlayan ve gözleri kamaştıran bir nur ile giriyor. Bir teselli sayhası kulaklarında:
“Üzülme evladım, arzuna kavuşacaksın inşallah...”
Gündüz hayalinde olanın gece düşünde ne olabilir ki... Gürbüz Ağabey bu müjdeye, tarif edemediği bir sevinç ve mutluluk içinde uyanıyor.
Aradan 2-3 gün geçiyor. Zülfü Hoca, Müftü Gürbüz Ağabeyi akşam yemeğine davet ediyor.
Akşam davete gittiğinde bir de ne görsün?
Bir kerecik görmek için günlerce, aylarca giryan eylediği M. Sıddık Gümüş Efendi orada değil mi?
Şaşkınlıkla sevinç gönüllerde birbirine alışadursun, Gürbüz Ağabey “Hocam!” diye büyük bir edeple eline varıyor...
Yemekte de kendisiyle yan yana oturuyor. Ama işte olan da orada oluyor.
O mübarek zat, Gürbüz Ağabeyin kulağına eğilip diyor ki:
“Sakın bir daha bizi Peygamber
Efendimize şikâyet etmeyin olur mu kardeşim?”

Hiç yorum yok: